Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


KAYSERİNİN TEK İSLAMİ FORMU
 
AnasayfaKapıGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yapDJ GİRİŞ

 

 TÖVBE VE GÖZYASI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Admin

Admin


Mesaj Sayısı : 109
Points : 483
Kayıt tarihi : 30/04/09

Kişi sayfası
ayar ayar: 1

TÖVBE VE GÖZYASI Empty
MesajKonu: TÖVBE VE GÖZYASI   TÖVBE VE GÖZYASI Icon_minitimeSalı Mart 30, 2010 1:44 am

Tevbe ve Gözyaşı


Bir terzi, sâlihlerden bir zâta;
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Allâh Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.» (Tirmizî, Deavât, 98) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etti.
O zât da sordu:
“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”
“–Terziyim elbise dikerim.”
“–Terzilikte en kolay şey nedir?”
“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”
“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”
“–Otuz seneden beri.”
“–Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?”
“–Hayır, kesemem.”
“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfâr ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir… Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65) sözünü işitmedin mi?”
Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da sâlihlerden oldu.
Bu kıssada görüldüğü gibi kulların önünde binbir türlü dünya ve nefsâniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samîmî tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma “en büyük derdin günah derdi, ilâcının da gece karanlığında istiğfâr16 olduğunu beyân buyurmuştur.
Çünkü Allâh’a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfâr, mânevî kirlerden temizlenmenin de yegâne vâsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır ki, amel-i sâlihler için bu hâl son derece mühimdir. Zîrâ hedefe varmaya mânî olan hususları ortadan kaldırmak ve böylece gönlü asıl gâyeye müsâit hâle getirmek gerekir. Bundan dolayıdır ki, rûhî tekâmül için bütün tasavvuf yollarında seherlerdeki evrâda istiğfâr ile başlanır.
İlk tevbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’la başlamıştır. O, tevbesinde:
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’raf, 23) diye niyazda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına bir istiğfâr nümûnesi olmuştur.
Ehlullâh hazarâtı tevbeyi üçe ayırır:
1- Avâmın tevbesi: Bunlar günahlarından tevbe ederler.
2- Havâs, yâni seçkin kulların tevbesi: Bunlar gâfil bulunmaktan tevbe ederler.
3- Hâssu’l-hâs, yâni en seçkin has kulların tevbesi: Bunlar da Allâh’a daha yakınlık peydâ edebilmek için tevbe ederler.
Ancak her amel-i sâlihte olduğu gibi tevbede de samîmiyet ve ihlâs şartı vardır. Öyle ki, birçok ehlullâh, ettikleri tevbelere dahî tevbekâr olmuşlardır. Yâni tevbeye muhtaç tevbelerden Allâh’a sığınmak ve âyette buyrulan “tevbeten nasûhâ” sırrına nâil olmak zarûreti vardır. Çünkü nefs ve şeytan, gönlü çelmeye yol bulamayınca sûret-i haktan görünürler de bu defa güzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer üstad kesilirler. Böylece kulu tuzağa düşürerek tevbeleri yele verirler. Oysa durmadan tevbeden dönmek, âhiret hayatını karartacak bir âfettir. Allâh Teâlâ buyurur:
عَسَى رَبُّكُمْ أَن يَرْحَمَكُمْ وَإِنْ عُدتُّمْ عُدْنَا

“Belki Rabb’iniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine fesâda düşerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız…” (el-İsrâ, TÖVBE VE GÖZYASI Icon_cool
Çünkü durmadan tevbesini bozan kimse, artık şeytanın maskarası olmuş demektir. Artık o, ne zaman tevbe etse şeytanın ve şeytanlaşmış gâfillerin bir defa: “Yazıklar olsun, tüh sana!” demesiyle derhal tevbesini yine bozar. Onun için âyet-i kerîmede:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا

“Ey îmân edenler! Tam bir sıdk ve ihlâs ile tevbe ederek Allâh’a dönün…” (et-Tahrîm, TÖVBE VE GÖZYASI Icon_cool buyrulmuştur.
Bu gerçeğe işâretle şâir, tevbeye yönelen gönülleri şöyle îkâz eder:
Birkaç kelime ile dil ederken istiğfâr,
Gönül gâfilse, nefis binbir dehlize dalar!..
Rahmetî
Tevbe mevzuunda şu husus da câlib-i dikkattir:
Camiu’s-Sagîr adlı hadîs kitabında; insanların amellerini yazan meleklerden günahları kaydeden meleğin, günah işlendikten altı saat sonra yazdığı, bu mühlet içinde belki tevbe eder diye beklediği belirtilmektedir. Bu sebeple: «Tevbemde duramıyorum, yine günah işliyorum; bu yüzden tevbe etmeyeyim!» dememeli, dâimâ istiğfarda bulunmalıdır. Zîrâ Allâh lutfeder de bir daha tevbe bozulmaz. Ancak bilmelidir ki tevbe, bir af dileme olduğundan samîmî pişmanlığın gerçekleşmesi ve affı istenen günahın bir daha yapılmaması husûsundaki kat’î azmi îcâb ettirir. Bunun için Cenâb-ı Hak şöyle îkâz buyurur:
“…Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
Zâten:
“Günahtan tevbe, nedâmet ve istiğfardan ibârettir.” (Ahmed bin Hanbel, VI, 264) hadîs-i şerîfi de, tekrar günaha düşürmeyecek bir tevbeye işâret etmektedir.
Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf, tevbenin pişmanlıkla başlaması zarûretini beyân eder. Bu da günah kirlerinin samîmî gözyaşlarıyla temizlenmesi demektir.
Rivâyet olunur ki:
Tevbe ve pişmanlık içindeki bir günahkâra, yakaza hâlinde iken günahlarının listesi verilmiş; “Oku bunu!” denmişti. Bu hâl karşısında mücrim o kadar ağladı ki, gözyaşlarından listedeki günahları göremez oldu. Nihâyet bu samîmî gözyaşları, o günahların tamamını yıkadı, temizledi. Böylece o mücrim affoldu.
Bu itibarla bâzen bir günah, affı için bin gözyaşı ister; bâzen de bir damla gözyaşı, bin günahı temizler.
Çünkü gözyaşı, ilâhî muhabbet bağına girenler için bir tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabb’e karşı bir şükran ifâdesidir. Gözyaşı, Cenâb-ı Hakk’ın ümid dergâhıdır. Bütün ümidlerin kesildiği bir anda bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler gerçek bahtiyarlardır.
Samîmî gözyaşları ile âlemi seyredenler için o damlaların her biri, bağrında binbir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilâhî esrar âşikâr ve ayândır. Nice okunamayan hikmet sayfaları onunla okunur. Zîrâ gözyaşı, kelimelerin taşıyamayacağı mânâları yüklenen ve ifâde edebilen bir lisandır ki, kul onunla, kendisinin bile hayâl edemeyeceği şeyleri Rabb’inden istemiş olur… Onun için sevdâlar gözyaşı pınarının başında tesellî bulur. Garipler onun kıyısında dinlenir.
Allâh için gözlerden dökülen bir damlanın değerini şu kıssa ne güzel ifâde eder:
Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh-, birgün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine:
“–Kapıştığınız şey nedir?” diye sordu.
Melek cevap verdi:
“–Bir Allâh dostu buradan geçerken iştiyakla bir «âh!..» çekti ve gözünden birkaç damla yaş döküldü. Bu vesîle ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye o damlaları kapışıyoruz.”
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“İki göz vardır, onlara cehennem ateşi değemez: Allâh için ağlayan göz ile, Allâh yolunda nöbet tutarak uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 12/1639)
Günahkârın tevbe ve gözyaşlarıyla nasıl temizlendiğine misâl olarak Hazret-i Mevlânâ, kirlenip de sonra buharlaşan ve yeryüzüne tekrar berrak bir rahmet hâlinde dönen sulardan bahisle şöyle buyurur:
“Arılığı ve duruluğu kalmayınca, yâni çamurlanıp bulanınca, su da bizim gibi yeryüzünde kirlendiği için huzursuz olur, şaşırıp kalır… İçten içe feryâda ve Hakk’a yalvarmaya başlar. Bu feryatlar ve yalvarışlar üzerine Cenâb-ı Hak onu buharlaştırıp göklere alır. Orada çeşit çeşit yollara sürerek tertemiz eyler. Sonra da bazen yağmur, bazen kar, bazen de dolu hâlinde yeryüzüne yağdırır. Nihâyet kıyısı olmayan engin bir denize ulaştırır.”
Hiç şüphesiz bu semboller, Cenâb-ı Hakk’ın kurtuluşa erdirmek istediği günahkar kullarına karşı gösterdiği merhameti ve sevgiyi ifâde etmektedir. Nitekim günah kiriyle kalbi çamurlanmış kimselerde tevbe suyu ile pişmanlık güneşi bir araya gelirse, Cenâb-ı Hak o gönülleri göklere alır. Tozdan, topraktan ve bütün nefsânî kirlerden temizler. Tekrar varlıkların en şereflisi olarak, yâni bir rahmet hâlinde yeryüzüne ihsân eder. Bu hâlin en geniş mânâda tecellîsi de namazlarda gerçekleşir ki, bu bakımdan dosdoğru kılınabilen namazlar için «mü’minin mîrâcıdır» buyrulmuştur.
Ancak insanoğlu bu gerçeği çoğu zaman anlamayıp dünyaya dalarak, ağlamak yerine kahkahaya boğulduğundan Cenâb-ı Hak:
وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ وَأَنتُمْ سَامِدُونَ

“Gülüyorsunuz!.. Ağlamıyorsunuz!.. Habersiz oyalanmaktasınız!” (en-Necm, 60-61) buyurmuş ve diğer bir âyet-i kerîmede bu gafletten sakınmayı şöyle fermân eylemiştir:
فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيراً جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

“Yaptıklarının cezâsı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (et-Tevbe, 82)
Yâni Allâh Teâlâ, kulundan tevbe ve gözyaşı ile günahlarını temizlemesini istiyor. Bu meyânda Hazret-i Mevlânâ gözyaşının ehemmiyetini şöyle anlatır:
“Mum, ağlayıp gözyaşı dökünce daha da aydın bir hâl alır. Ağaç dalı da, ağlayan bulutun bereketi ve güneşin harâretiyle yeşerir, tazelenir. Yâni bir meyvenin yetişmesi için harâret ve su gerekir.”
“Tıpkı bunlar gibi, tevbelerin kabulü için de bulut ve şimşek, yâni gözyaşı ve gönül yanışı ister.”
“Şâyet gönül şimşeği çakmaz da göz bulutu yağmur yağdırmazsa, nefsin öfke ateşi ve günah alevleri nasıl söner? Vuslatın feyzi, yâni ilâhî tecellî nûrunun parlaklığı gönülde nasıl belirir? Mânâ menbâları nasıl coşup akar? Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahidleşecek?”
“Tabiatı bırak da hıçkıra hıçkıra ağlasın. Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da sararır, kokar, bulanır, kapkara olur.”
“Cennet gibi yemyeşil olan bağlar, bahçeler sulardan ayrı düşünce, sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur. (İnsan da böyledir…)”
Bu hâlden korunmak içindir ki, Şuayb -aleyhisselâm-’ın gözleri ağlamaktan âmâ olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, yemek içmek içinize sinmezdi…” (Suyûtî, Câmiu’s-Sagîr, c. II, s. 10) buyurmuştur.
Zîrâ, ancak gönlündeki cürümden oluşan bir yarayı ömür boyu gözyaşları ile yıkayıp temizleyen gönül erleri, affın cennetine girebilen âşık gönüllerden olabilirler. Onun için başta Peygamberler olmak üzere bütün velîler, sâlihler ve sâdıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve ferahta dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmişler, yanış ve yakarış hâlinde bulunmuşlardır. Çünkü Peygamberlerde bile irâde dışı gerçekleşen bir hatâ olarak ifâde edilen “zelle”lerin bulunması sebebiyle tevbe ve istiğfârdan müstağnî kalabilecek hiçbir kul tasavvur olunamaz. Tevbe ve istiğfâr, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir pişmanlık ve sığınma olması sebebiyle, Allâh’a yaklaşmanın en müessir vâsıtasıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kullarına verdiği ıztırap ve çileler ile kullarından istediği tevbe ve gözyaşları hep bir ebediyet alışverişidir. Hem öyle kârlı bir alışveriş ki, bunu farkedenler hiçbir musîbetten şikâyet hâlinde olmayıp sonsuz bir kazanç elde ederler. Bunlardan biri olarak Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Hak Teâlâ, bu dünyada senden birkaç damla gözyaşı alır, ama karşılığında sana nice cennet kevserleri bağışlar. O, senden sevdâlarla, ıztıraplarla dolu olan âhları, feryatları alır; her âh’a, her feryâda karşılık yüzlerce yüksek mevkî ve erişilmez makamlar verir.”
Fakat bilmelidir ki, her ağlayış bir değildir. Onlar arasında çok fark vardır. Nitekim soğuk, yapmacık, yalan olan nice iniltiler vardır ki, gafletten ve bir aldatmacadan ibârettir. Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:
“Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyâdır. Ancak bir tanesi Allâh içindir. İşte bu Allâh için ağlamak, -senede bir defâcık bile olsa- kulun cehennemden kurtulmasına inşâallâh vesîle olur.”
Rivâyete nazaran kocasıyla kavga eden bir kadın ağlayarak Kadı Şüreyh’e mürâcaat etmişti. Bu esnâda orada bulunan Şa’bî ona:
“–Yâ Ümeyye! Bu kadının mazlûm olduğunu zannediyorum. Görmüyor musun ki nasıl ağlıyor!” dedi.
Bunun üzerine Kadı Şüreyh dedi ki:
“–Ey Şa’bî, Yûsuf’un kardeşleri de zâlim oldukları hâlde ağlayarak babalarının yanına gelmişlerdi. Bu ağlamalara bakarak hüküm vermek doğru olmaz!”
Böylesi gözyaşları elbette ki merduttur. Diğer bir menfur ağlayış da, miskinlik ve zillet ifâde eden ağlayışlardır. Bunlar alnı terlemeyip hüsranlık çeken kimselerin boş ve nâfile gözyaşlarıdır ki, böyleleri hakkında merhum Âkif şu îkazda bulunur:
Bırakın mâtemi yâhu! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?!
Bizim bahsettiğimiz, Allâh’ın murâd ettiği ağlayış; hâlimizi dost-düşman karşısında aşağılatacak bir gözyaşı değil, bilâkis göklere yükseltecek, gönle mîrâcı yaşatacak bir ağlayıştır. Nasıl ki, engin deryâlar nice çer-çöpü üzerinde taşıyor ve onları diplere batmaktan koruyorsa, bizim gözyaşlarımız da bizleri batmaktan koruyup başında taşıyacak ve menzil-i maksûda erdirecek sular kabîlinden olmalıdır ki, bunlar gözden ziyâde gönülden akan ve halka değil Hakk’a arz edilen damlalardan ibârettir.
Gözyaşı hususunda diğer mühim bir mesele de bu ağlayışın bir şikâyet ağlayışı olmamasıdır. Çünkü şikâyette, râzı olmama hâli vardır ki, aslâ makbul değildir. Zîrâ şikâyetler, insanı isyâna kadar götürür ve elindeki bütün sermâyesini yok eder. Bu ise Hakk’ın gazabını celbeder. Bizim kasdettiğimiz ağlayış, gazabı celbetmek için değil, hakîkî dostu memnun edebilmek ve günah kirlerinden arınabilmek için olandır.
Hâsılı ölüm geldiğinde bütün uyuyanlar uyanır, yâni gözlerini açıp hakîkati görürler. Ancak o son nefeste hakîkati görmenin artık hiçbir faydası olmaz; tıpkı Firavun’a olmadığı gibi… Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!”
“Bu hususta şu kuşun hâli sana ibret olsun ki, o, avcının tuzağındaki buğdayları görünce kendinden geçmiş, aklını kullanamaz hâle gelmişti. Böylece irâdesiz bir şekilde buğdayları yedi, fakat, tuzağa düştü kaldı. Bu defa başını dertten kurtarmak için ne kadar Yâsîn okudu, ne kadar En’am okudu. Ama ne fayda!.. Belâ gelip çattıktan sonra, ağlamak, feryat etmek, sızlanmak ne işe yarar. Bu âh ve feryat, tuzağa düşmeden önce gerekirdi…”
Nitekim Lût kavminin, ilâhî intikâmı celbeden azgınlıkları sebebiyle helâk edileceklerini duyduğunda İbrâhîm -aleyhisselâm-, onların ne dehşetli bir isyân içinde olduklarını tam bilmediğinden kendilerine merhametle duâ etmek isteyince melekler:
“–Artık duâ vakti geçti!..” demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın murâdı üzere ölümün bizlere nerede, ne zaman ve nasıl geleceği belli değildir. Onun için gönüllerin “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrıyla yoğrulması ve her an Rabb’ine kavuşmaya hazır bulunması zarûrîdir. Aksi hâlde son nefes; “Eyvah nereye böyle!” feryatlarıyla dolu bir hüsran demi olur… Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَجَاءتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذَلِكَ مَا كُنتَ مِنْهُ تَحِيدُ

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!..» denir.” (Kâf, 19)
Dolayısıyla kulların en mühim meselesi, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbdir. Buraya kadar anlattığımız tevbe ve gözyaşı bu hâle nâiliyetin sadece kapısı mesâbesindedir. Bu kapıdan içeri girdikten sonra yapılması gereken bütün amel-i sâlihleri îfâ etmek de elbette zarûrîdir. Farz, vâcib ve sünnetleri âdâbı üzere edâdan sonra bilhassa kul hakkı, anne-baba hakkı, Allâh için infak, bütün mahlûkâta merhamet, şefkat ve af ile yaklaşabilme gibi güzelliklere sahip olunmalıdır. Meselâ bu güzelliklerden affedebilme meziyetine kavuşabilenler, ilâhî affa daha çok lâyık olurlar. “Acıyın bize!” feryatlarına gönül vermeyen muhabbet ve merhamet mahrumları ise, hayâtın şaşkın ve hazin yolcularıdır.
Onun içindir ki gönüller, tevbe ve gözyaşı iklîminde bütün davranış güzelliklerini elde ederek Rabb’e yönelmelidir. Bu yöneliş de hiç şüphesiz ömrün her ânını içine almalıdır. Bununla birlikte bazı müstesnâ zamanlar, kullar için apayrı bir kazanç mevsimidir. Tıpkı bahar mevsiminin diğerleri arasındaki değer ve güzelliği gibi kullara bahşedilen öyle mânevî baharlar vardır ki, bunların en değerlisi, içinde bin aydan daha kıymetli bir geceyi, yâni Kur’ân’ın Levh-i Mahfûz’dan dünya semâsına indirilerek cihânı ve insanları nûra gark ettiği Kadir Gecesi’ni de bulunduran Ramazan-ı Şerîf ayıdır.17 İdrâk ettiğimiz bu mübârek ve müstesnâ ay, gece gibi kararan gönülleri nûruyla aydınlatan bir bedr-i münîrdir. Göklerden yere mîrâc için açılan bir penceredir. Bu bakımdan gönlü uyanık mü’minlere gereken, bütün ömürlerini böyle müstesnâ bir iklîmden alacağı feyiz ve bereketlerle, yâni Ramazan-ı Şerîf hassâsiyetiyle geçirmesidir. Zîrâ böyle bir yaşayışla müzeyyen sâlih gönüllere kıyâmet, bir nedâmet günü değil, âdeta bir bayram sabahı olur.
Rabb’imiz cümlemize böyle bir bayram sabahı nasîb eylesin! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfiretine nâil buyursun!
Âmîn!..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://aktasfm.forum.st
 
TÖVBE VE GÖZYASI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: İSLAMİ KONULAR :: Fkıh-
Buraya geçin: